0 %

Paragraf Yorumları

Yorumlar yükleniyor...

Yorum Yap

11. BÖLÜM

Yazı Boyutu
100%

“SÖZ”

Herkes kendi hayatının başrolüdür ama çok az insan, kendi hayatının kahramanıdır.

Gözkapaklarımın üzerine yumuşakça düşen gün ışığını hissediyordum. Bedenim bir yüzeyde uzanıyor ve vücudum üzerinde hafif bir fazlalık taşıyordu. Uyanalı bir dakika kadar olmuş, bu geçen sürede ben neler olup bittiğini anlamaya çalışmıştım. Hazer Han’ın evine geldiğimi, salıncağının önünde ona çaresizce yakındığımı ve vücudum dayanamadığında kollarının arasına yığıldığımı anımsıyordum.

O kadar utanç ve tedirginlik içindeydim ki gözlerimi açmam bu yüzden zaman alıyordu. Ben hep tetikte olur, hep gözüm açık uyurdum ama şimdi nerede olduğumdan habersizdim.

Hazer Han, rezillik ettiğimi mi düşünüyordu?

Yapmaktan başka çarem olmadığını fark ettiğimde gözlerimi açtım ve ışığa alışmak için gözlerimi birkaç kez kırpıştırdım. Doğrudan tavana bakmıştım. Bu tavandaki avizeyi hatırlayabiliyordum. Evet, Hazer Han’ın salonunda, koltuğun üzerindeydim. Taze bir gün, pencerelerin ardında yavaşça uzanıyordu, güneş odanın içine dağılmıştı bile. Ellerimi, üzerimdeki battaniyenin altından çıkarırken, gözlerim tesadüfen mutfağa düştü. Hazer Han’ı orada gördüm.

Geceyi bir kez daha onun evinde geçirmiştim.

Utançla, başımı üzerimdeki battaniyenin altına tekrardan soktum ve battaniyenin açığından onun sırtına baktım. Üzerinde siyah bir gömlekle tezgâhın önünde dikiliyor, muhtemelen bir şeyle meşgul oluyordu. Çaktırmadan onu izledim. Dönüp su dolu bardağı, tepsinin içerisine bırakırken duraksadı ve ben başımı battaniyenin altına biraz daha sokarken mırıldandı. “Seni görüyorum.”

Yanaklarıma hızla akın eden pembeliği hissederek battaniyeyi seğiren parmaklarımla aşağıya indirdim. Neyse ki şu an bana değil, tepsiye bakıyordu da utancıma tanık olmuyordu. Doğrularak bacaklarımı aceleyle kendime çektim. Sırtımı koltuğun arkasına dayadım. “Ben... geceden beri uyuyor muyum?”

“Kesintisizce.”

Aman Tanrım! Beni bu koltuğa yatırmış ve uyandırma kabalığı göstermeden geceyi burada geçirmemi sağlamıştı. Ama nasıl kesintisiz uyuyabilmiştim ki? Çok sık kâbus görürdüm, onu rahatsız etmemiş miydim?

“Kesintisiz uyuduğumu nereden biliyorsunuz?”

Bir anlık sessizlik yaşandı.

“Çünkü seni izledim... Yani, başında bekledim.”

Kendimi nasıl böyle savunmasız bir duruma düşürebilmiştim? Neden bırakıp gitmemişti? Bakışlarımı o yöne çevirdiğimde ellerini tezgâha dayamış, doğrudan bana baktığını gördüm. “Neden bırakıp gitmediniz?”

Bana baktığı birkaç dakikadan sonra dudaklarını ağzının içine alarak yutkundu. “Ateşin vardı balerinim.”

Elim refleksle alnıma gitti. Parmaklarımın tersiyle, tenimin ısısını kontrol ettim. “Mahcubiyetimi izah edemem,” dedim zor duyulur bir sesle. Dilimin ucunda, mahcubiyetimin ağırlığını taşıyordum. “Çok utanıyorum size bakmaya. Lütfen bu kabahatimi görmezden gelin, bir daha tekrarlamayacağım. Ne dediğimi tam hatırlayamıyorum, kendimi küçük mü düşürdüm?”

“Korkularını bağırarak söyleyecek kadar cesurdun.”

Dediklerimin çok azını, fakat korkumun tümünü hatırlıyordum. Bunu rezilce değil de cesurca mı bulmuştu? “Işık neden yanıyor?” dedim aniden, alakasız bir şekilde. Başımı hafifçe kaldırarak işaret parmağımla ampulleri yanan avizeyi gösterdim. “Sabahın bu saatinde?”

“Karanlıktan korkuyorum demiştin.” Gözleri, kökleri bana bana doğru uzanan bir ağaç gibi bereketliydi. Ensesini sıvazladı. “Gece uyanıp korkarsın diye açık bıraktım.”

Bütün gece, benim için, korkmayayım diye...

“Elektrik faturası çok gelmesin?”

“Ne?”

Bacağıma çimdik attım. Bak işte! Yine saçmalamıştım. Ne demek elektrik faturası? Bana gerçekten bir an hayretle baktığını gördüğümde ellerimi yüzüme kapatmamak için direndim. Öyle bakmasa böyle olmayacaktı işte! Dudaklarım titredi.

“Öyle bakarsanız bana saçmalarım tabii ben de!”

Bakışlarımı kaçırarak ellerimi dizlerime yasladım ve duyduğum utançtan kurtulmaya çalıştım. Sessizliğini korudu. Son söylediğim de saçmaydı. Rahatsız edici bakışlar atmayı seviyordu işte, neden bana olan bakışlarının bahsini açmıştım ki? Dudaklarımın içini yiyip dururken, Hazer Han’ın adım sesleri göğsümün altındaki hattı titretti ve usul usul bana yaklaşmasını bekledim. Tam önümde durduğunda, eğildi ve ben ürkekçe onu izlerken, elindeki ahşap tepsiyi sakince sehpanın üzerine bıraktı. Doğrulmadan, ellerini sehpanın üzerine yasladı. “Bana bak.”

Sesi titreşimler halinde kulağıma ulaştığında, çocukça bir omuz silkişle kendisine bakmayacağımı belli ettim ama Hazer Han sehpaya doğru yüklenerek fısıltı halinde tekrarladı: “Bana bak Safir Mila.”

Kafamı kaldırıp ona baktığımda amber renkli gözlerinde, elle tutulmayacak kadar yakıcı bir şey gördüm. İkimiz de çırpınır gibi yutkunarak bakışlarımızı karşılarken, “Çok sevimli,” dedi alçak bir sesle. “Çok sevimli... Ama sen yemek yemelisin! Hadi, yemek ye.”

Gözlerimi kırpıştırdım. “Efendim?”

“Tek saçmalayan sen değilsin, görüyorsun ya.”

Bakışlarımı kaçırarak benim için getirdiği tepsiye baktım. Tepsinin içinde sağlıklı gözüken sandviçler, bir bardak portakal suyu ve su dolu bardakla ilaç vardı. “Tüm rezilliklerime rağmen nezaketinizi koruduğunuz için teşekkür ederim,” dedim kısık sesle. “Bana bunları hazırlamanıza gerek yoktu.”

“Ağrı kesiciyi yemek yedikten sonra iç,” dedi, teşekkürüme kayıtsız kalarak. “Ben üstümü değişip birazdan inerim. Benim hazırlanmam vakit alır, rahat olabilirsin.”

“Teşekkürleri hep kayıtsız mı bırakırsınız?”

“Rica mı edeyim?”

Dudağımın köşesini ısırdım. “Evet.”

“Rica ederim.”

“Tamam.”

“Tamam.”

Bana kötü kötü baktı.

Sırt çevirerek salon boyunca ilerledi. Gömleğinin kollarını kıvırarak yavaşça ahşap basamakları tırmandı. O gözden kaybolana kadar geniş omuzlarını izledim. Tamam, bir sorun yoktu. Yaptıklarımı rezilce bulmamış, dert etmemişti. Başımda beklemişti, çünkü ateşim vardı.

En son dün bir parça simit yemiştim. Açlıktan halsiz düşmüştüm. İleriye uzandım ve tepsiyi önüme kadar çekerek çekingen bir tavırla sandviçimi elime aldım. İlk lokmada taze ekmeğin domates peynirle olan karışımı beni mest etmişti. İri lokmalar alarak sandviçi yedim, portakal suyunu içtim. Dediği gibi inişi uzun sürecekse rahatça yiyebilirdim.

İlk büyük sandviçimi yedikten sonra ikincisine geçtim. Bu sırada bardaktaki portakal suyunu yarıya indirmiştim. Gerçekten, buna ihtiyacım varmış; midemi doyurmaya. İkinci sandviçimi yarısına kadar yiyebildim ve kalan portakal suyunu içtim. Gayet lezzetli olmuşlardı.

Gracias a dios que tenemos.”

Benim için tepsiye koyduğu ağrı kesiciye baktım. Normalde bilmediğim bir ilacı içecek değildim ama Hazer Han verdiyse gerçekten ağrımı dindirecek ilaca güvenebilirdim. Hapı dilime bırakarak su yardımıyla yuttuktan sonra bir kez daha elimle alnımı yokladım, ateşim hâlâ var gibiydi. Uyandığımdan daha iyi hissederek oturduğum yerden doğruldum, tepsiyi alarak mutfağa yürüdüm. Tepsiyi mutfağa bırakarak arkamı döndüğümde, Hazer Han’ı merdivenin son basamağında görerek irkildim.

Simsiyah bir takım giymişti.

“Doyurdun mu karnını?”

Başımı sallayarak hararetle onu onayladığımda, son basamaktan inerek düzlüğe çıktı ve kravatını takmaya çalışırken bana doğru yürüdü. Parmakları boynundaydı ve sıkıntılı bir şekilde kravatını gömlek yakalarının altına yerleştirmeye çalışıyordu. Yanıma vardığında, “Kravat bağlamayı biliyor musun?” diye aniden soruverdi.

Göğsüne bakakaldım. “Bi... bilmiyorum.”

“Hiç mi kravat bağlamadın?”

“Yoo.”

Kravatını gömleğinin yakaları altına yerleştirmeye başardığında, derin bir iç çekti. “Bu kravatın kumaşından mıdır nedir, bağlayamadım gitti.”

Papağan şakıdı. “Beceriksiz.”

Kafamızı ona çevirdiğimizde, kafesinin içinde dolaştığını gördüm. Bunu nereden bilip de söylemişti? Hazer Han onun cümleleri anlamadığını söylemişti, o halde nasıl böyle bir cevap vermişti ki? Yanağımın içini ısırarak gülme refleksimi bastırmaya çalışırken, Hazer Han’ın sinirle soluduğunu duydum. “Hep Kerem’den öğreniyor bu lafları. Bunu bahçeye atacağım, Kerem’i de kovacağım.”

Fıstık onu tekrarladı. “Kerem’i de kovacağım.”

Hazer Han Fıstık’a doğru tısladığında, Fıstık ona poposunu döndü.

Parmaklarımı dudaklarımın üzerine bastırarak gülümsememi saklamaya gayret ederken bakışlarımı aceleyle önüme çevirdim. Hazer’in tezgâhın arkasına geçtiğini gördüm. Kravatıyla uğraşmaya son vermişti. Buzdolabına yürüyordu. Pencereden Kerem’i görmüştüm; söylene söylene çöp atıyordu.

“Keremle iyi anlaşıyorsun galiba?”

Gözlerimi Hazer Han’a çevirdim. Çilleri, doğru açıdan vuran gün ışığı sayesinde belirgin görünmüştü. “Ben insanlarla pek anlaşamam,” diyerek dürüst davrandım. Çünkü onlarla iletişim kurmam. ”İnsanların iyi mi yoksa kötü mü olduğunu ayırt edemem. Doğrudan güvenmem. Fakat Kerem çok sempatik, içten birine benziyor.”

“Öyledir,” dedi düz bir sesle. Tezgâhın önüne kadar yürüyerek bardağını aramızdaki tezgâha bıraktı. “Saftır, aklından kötülük geçtiğini görmedim.”

“O zaman neden onu sık sık azarlıyorsunuz?”

Bir an ona kızıyormuş gibi hissettim ve o da böyle hissetmiş olmalı ki, duraksayarak kaşlarını kaldırdı. “Bizim iletişim şeklimiz öyle.”

“Hımm,” dedim anlayışla karşılamaya çalışarak. “Evli mi?”

Birkaç kere öksürerek tezgâha koyduğu su bardağını tekrardan aldı. “Neden soruyorsun?”

Dudağımı dişledim. “Sormayayım mı?”

Omuzlarını silkti. “Sor ama... sormayabilirsin de yani.”

“Sormayayım o zaman.”

“Sorma o zaman.”

Dudaklarımı kemirerek sessiz kaldığımda, Fıstık’ın bizi tekrarladığını duydum. Hazer Han ona dik dik bakarak tezgâha döndü ve aklımın ucundan bile geçmeyecek bir şey yaparak tepsideki, yarım bıraktığım sandviçe uzandı. Sahiden mi? Şaşkın bakışlarımı görerek sandviçi ağzından indirdi. Sorar bakışlarla bana baktı. Sandviçimi gösterdim. “Yiyorsunuz?”

“Evet.”

Gözlerimi kırpıştırdım. “Benim yarım bıraktığım sandviçi?”

Bir sandviçe bir bana baktıktan sonra, ağzındaki lokmayı sindirerek yedi. “Lezzetliydi.”

Afallamıştım. “İğrenmediniz mi?”

“Hayır.”

Bir cevap bile bulamadım. Öylece, ürkek gözlerle tezgâha baktım. Hazer Han sandviçi son lokmasına kadar yedi.

“Bir şey soracağım.” Hazer Han’ın sesiyle beraber ona baktım ve ellerini tezgâha dayadığını gördüm. “Sorayım mı?”

“Olur.”

“Bir erkek... hayır, oğlan kardeşin olduğunu söylemiştin. O nerede kalıyor? Senin büyüdüğün yerde mi?”

Bu da aklına nereden gelmişti?

“Evet. Yetimhanede.”

Bu soruyu sorarken sıkıntılı olduğunu, devam etmekten sakındığını görmüştüm. “Seni kardeşinle beraber mi bırakmışlar oraya?”

Neden tüm bunları soruyordu? İnsanlar yetimhanede büyüyen birisine soru sormaktan çekinirdi. Yetimhane... Sadece yetimlerin ve Tanrı’nın tanıdığı dört duvardan başka bir şey değil ki. “Hayır. Annem Leo’yu benden sonra bıraktı.”

“Annen... Onu tanıyor musun?”

            “Tanıyorum,” dedim alçak bir sesle. “Ama... Bana böyle şeyler sormasanız olur mu?”

“Ben… Yanlış bir şey mi dedim?”

“Hayır ama… sormayın.”

Vazgeçişi, kaskatı kesilen vücudumun çözülmesini sağladı. Nefesimi burnumdan vererek gözlerimi ondan kaçırmaya çalıştım. Tüm gayretime rağmen gözlerinden kaçamadım ve bakışlarımız buluştuğunda, eli sanki göğsümden içeriye girdi. İçime oturdu bakışları, tüm yüküyle.

“Tenin kızarık,” dedi beklemediğim şekilde. “Hâlâ biraz ateşin var, değil mi?”

“Birazcık.”

“Benim çıkmam gerekiyor.” Ellerini tezgâhın üstünden çekerek ani bir şekilde geriledi ve alnına düşmüş tutamlarını, elinin yardımıyla başının üzerine itti. “Sen dersine kadar kal, sonra geçersin. Dersimizin ortasında bayılırsan seni yine kucağıma almak zorunda kalırım.”

“Yine mi?”

Dudaklarını ısırdı. “Seni içeriye nasıl taşıdım sanıyorsun?”

“Doğru.” Dudağımı yaladım. “Öyle olmuştur.”

“Kapıyı kilitleyip ders vaktimize kadar burada uyuyabilirsin.” Ceketinin kolunu hafifçe yukarıya çekiştirerek bileğindeki saate baktı. “Benim çıkmam gerekiyor, daha fazla gecikemem.”

“Ben... Öylece evinizde mi kalayım yani?” Telaşla bahane sıraladım. “Ne lüzumu var canım? Evinizi yeterince gasp ettim zaten, fazlası beni mahcup eder. Ben de sizinle çıkayım.”

Tezgâhın arkasından çıkarak yanıma yürüdü. O an bir koku aldım, tıraş losyonu muydu? Köşeli çenesi pürüzsüzdü. “Safir Mila,” dedi çok alçak bir sesle. “Ben despot bir adamım.”

“Kuşkusuz.”

Omuzlarını geriye atarak sesli bir soluk aldı. “Kuşkusuz diyor...”

“Ne?” Sesimde muzır bir ton vardı. “Kabul ediyorsunuz öyle olduğunuzu işte.”

“Her neyse.” Sesi toktu. “Ders vaktine kadar burada kalıp dinlen.”

“Ya evinizi soyarsam?” diyerek yine saçmaladım, sırf makul olmayan bu isteğinden vazgeçmesi için. “Ya çok değerli eşyalarınızı alıp ortadan kaybolursam? Bana nasıl güvenebiliyorsunuz?”

“Üst katta, odamda, giyinme dolabımın içinde büyük bir kasa var. Şifresi 1903. İçerisinde yüklü bir para var.”

Hadi ya. “Efendim?”

Omzunu silkti. “Soymak istersen diye.”

Dudakları seğiriyor, gözleri parlıyordu. Küskünce konuştum. “Dalga geçiyorsunuz!”

“Tabii ki.”

Bakışlarımı çekerek göğsüne indirdim ve tavırlı bir şekilde kollarımı göğsümde bağlarken, ağzımdan bir cümle fırlamaması için kendimi frenledim. Neden bilmiyorum ama onunla konuşurken, ona cevap verirken hiç ummadığım şeyler söyleyip ummadığımdan cesur olabiliyordum. “Ne kadar da nahoş bir davranış!”

Bir anlık sessizlik...

“Kimse nezaketsizliğimi bu kadar sevimli bir şekilde yüzüme vurmuyordu.”

Sevimli mi demişti? Şey, bana mı? Bir sıcaklığın bastığını hissettim ama sanki, bu her zamankinden daha farklı ve acımasızdı. Kalbim aralıksız bir şekilde göğsüme doğru tekmeler savururken, dönüp omzumun üzerinden ürkekçe ona baktım. Portmantodan ayakkabısını almış, sokak kapısından dışarıya çıkıyordu. Çıktığı kapıyı yüzüme örtmeden önce omzumun üzerinden bana dönerek bakışlarıma karşılık verdi.

“Safir Mila?”

“Efendim.”

“Söz.”

Ve sonra kapıyı çekip gitti.

Söz verebilir misiniz bana, o müzikale beni çıkaracağınıza?

Vermişti.

 

Küçükken acıyı, annemin parmaklarıma batırdığı iğnelerle tanımlıyordum ama çok değil, kısa bir zaman sonra babam kendini o ipe asarak, bana acının aslında ne olduğunu hiç unutmayacağım şekilde öğretti. Acı o kadar keskin ve zamansızca beni yakalamıştı ki iliklerime kadar uyuşmuştum. Sonraki acılar da en az ilki kadar sert gerçekleşmişti. Tüm bu acıların ortasında ben, korunmasız bir kız çocuğuydum.

Düşüncelerle dolu kafamı ağır ağır taşırken, ciğerimde koca bir delik açılmış gibi boşluğa giden derin nefeslerle merdivenleri tırmanıyordum. Bir yandan da düşmemek için büyük çaba sarf ediyordum. Son basamağı da tırmanıp koridora çıktığımda elimi göğsüme dayayarak yaşlı bir beden gibi yavaşça soluklandım. Dans saatine kadar evinde kalmış, biraz daha dinlenmiştim. Evinde rahatsız hissetsem de doğrusu koltuğu çok rahattı ve o koltuğun üzerinde uzandığım sürede ateşim epey düşmüştü.

Elimi göğsümden indirerek bir diğer elimle geniş kapıyı açtım ve gözlerimi sahnede dolaştırdım. Sahnede değildi, muhtemelen koltuktaydı. Gözlerimi koltuğa çevirdiğimde Hazer Han’ı gerçekten koltukta buldum ama onu görünce oldukça şaşırmıştım. Çünkü uyuyordu.

“Yaa...” Fısıldayarak kapıdan içeriye girdim ve kapıyı, bilhassa sessizce örterek onu rahatsız etmekten kaçındım. Koltukta, başını arkaya yatırmış gerçekten uyuyordu. Belki sadece gözlerini dinlendiriyordu ama içimdeki ses uyuduğunu söylüyordu.

Çantamı elime alarak sessizce yanına yaklaştım. Çantamı, onun uzandığı koltuğun yanına bıraktım. Kollarını göğsünde kavuşturmuş, kravatını eline almıştı. Gömleğinin yakaları kırışmıştı. Bakışlarım pürüzsüz çenesinden yukarıya tümsekleri aşarak yavaşça çıktı. Profesyonel bir tırmanışçı gibi burnunun doğrultusunda uzanarak göz kapaklarına kadar tırmandım usul usul. Sık, koyu kirpikleri nakış nakış işlenmiş gibi muntazam şekilde diziliyordu. Büsbütün yoğun çilleri burnunun etrafına dağılmıştı. “Benim çillerim de seninle aynı yerde.”

Burnunun üzerindeki koyu renkli çillere bakarak çantamı koyduğum koltuğun yanına oturdum ve Meliha Hanım’ı beklemeye başladım. Ellerimi çeneme dayayarak göz ucuyla ona bakarken huzursuz bir uykunun rehavetinde olduğunu gördüm. Kirpikleri bir an için kıpırdandı ve yanağını koltuğun yüzeyine sürterek ellerini kollarına daha çok sardı.

Acaba üşüyor muydu?

Koltuğa bıraktığı ceketini aldım ve sessizce hareket ederek ceketi kuvvetli omuzlarına bıraktım. Gözünü açmasından korkarak doğrulduğum sırada salonun kapısı tiz bir ses kopararak açıldı ve bakışlarım oraya düştüğünde, Meliha Hanım’ı bir şaşkınlık içinde buldum. “Müsait miydiniz?”

Geriye doğru sıçrarken cevap vermeye çalıştım. “Şey, tabii.”

Kapıyı arkasından kapattı ve sıkıca tuttuğu bilgisayarla yanımıza doğru yürüdü. Bilgisayarını sahnenin üzerine bırakarak dikkatli gözlerle bizi süzerken, “Uyuyor mu o?” dedi, şaşkınlığı yüzünden okunuyordu.

Kafamı sallarken, “Yorgun olmalı,” diyerek iç çektim.

Biraz şaşırmış görünüyordu. “Yorulmuş mu? Hiç böyle şeyler yapmaz. O her zaman planlıdır. Ne oluyor bu adama, anlamıyorum,” diye fısıldadı.

Evet, benim tanımaya başladığım Hazer Han da onun tasvir ettiği gibi planlı bir adamdı. Vefa borcumu ödemenin sırasıymış gibi onu korumaya çalıştım.

“Gece hiç uyuyamadı ki.”

Meliha Hanım gözlerini kocaman açtı. “Gece uyuyamadı derken? Sen nereden biliyorsun tatlım?”

Durumu toparlama telaşıyla mırıldandım. “Ta... tahmin benimkisi. Uyumuş olsa şimdi uyuyakalır mıydı? Siz kalır mıydınız? Ben kalmazdım. O kalmış, demek ki uyuma...”

“Sakin ol tatlım.” Meliha Hanım kıs kıs güldü. “Öyle diyorsan öyledir tabii.”

Bakışlarımı kaçırdım. Yalan söylemek bana hep kötü hissettirirdi. “Sessiz olalım, uyanmasın.”

Bakışlarını Hazer Han’a dikerek ellerini belinin iki yanına yaslarken, “Nasılsa uyandıracağız,” diyerek Hazer Han Bey’e yaklaştı ve onu uyandırma girişiminde bulunacak oldu ki, kendime engel olamayarak, “Uyandırmayın,” dedim. “Uyusun, bugün biz beraber çalışırız.”

Gözleri omzunun üzerinden bana hizalandı ve yüzünde karmaşık bir ifade oluştu. “Düşündürücü.”

Avuç içlerimi kaşıdım. “Düşündürücü olan nedir?”

“Sadece bir burs veren ile bir balerin olarak görünmüyor olmanız.”

Nazik bir gülümsemeyle karşımdan uzaklaştı ve sahneye yürüdü. O çekildiğinde Hazer Han’ın önü açıldı ve kafamın içinde ağır bir soru işareti taşıyarak onun yüzüne bakakaldım. Ne olmuştu sanki uyandırmasına izin vermediysem. Gece benim yüzümden uyumadıysa şimdi elbet uyumak en büyük hakkıydı.

Sahneye çıktığımda Meliha Hanım bana sürekli izlediğimiz o videolardan birini açtı ve izlememi istedi. Videoyu izledikten sonra pointlerimi giymiş, askılımla ve taytımla kaldığımdaysa baleye başlamıştım. Hiç durmadan, iki saat boyunca yorulsam da dinlenmekle bile vakit kaybetmeden çalıştım. Dans söz konusu olduğunda ben ateş etrafında dönüp duran pervaneydim. Parmak uçlarında yüksel, tabanlarına bas, kollarını aç, bacaklarını kıvır, dönüşünü yap, dön. Yorulsan da dön. Çünkü dünya hep senden daha hızlı dönecek ve senin bu hıza ayak uydurman gerekecek.

İki saat sonunda yorgunca sahneye yığılıp gözlerimi sıkıca yumduğumda, Hazer Han’ın nasıl olup da hâlâ uyuyabildiğini düşünüyordum. Dans sırasında istemsizce sürekli ona bakmış, her defasında uyumaya devam ettiğini görmüştüm.

“Çok terlemişsin, üşüyeceksin.”

Şaşırdım, çünkü sesini duymaya en hazırlıksız olduğum bir andı ve tanıdık sesini kulaklarıma ulaştığında tavana bakan gözlerim büyümüştü. Hazer Han’ın vakur adım sesleri kulağımı doldurdu. Uyanmış, yanıma geliyordu. Elimdeki havluyla boynumun nemini silerken, pozisyonumu düzeltme telaşına düştüm ama Hazer sahneye tamamen yaklaşarak kalçasının üstünde, sahneye oturduğunda zamanım kalmadı. Bacaklarını sahneden aşağıya bırakarak, hafifçe bana meyilli vaziyette, ellerini sahnenin üzerine yaslayarak oturmuştu. Başım, kalçasının yanına denk gelmişti ve bacaklarım sahnenin ortasına doğru uzanmıştı. Göğsümün üzerinde, elimde bir havluyla, şaşkın şaşkın ona bakarken, “Gözlerini hep böyle kocaman açıyorsun,” dedi ve gözlerini kocaman açarak benim taklidimi yaptı. “Komik oluyorsun.”

Gözlerimi kocaman açmaya devam ettim. “Fakat hiç güldüğünüzü görmedim. Komikse neden gülmüyorsunuz?”

“Alay ettiğimi düşünme diye.”

Boğazımdan bir yutkunma geçti. “Alay ettiğinizi düşünürsem ne olur ki?” diye sordum, kısıkça.

“Her nedense hakkımda kötü şeyler düşünmeni istemiyorum.”

Gözlerinde bir gram bile uyku mahmurluğu yoktu, aksine parlak ve sivri bakışlarla süslenmişti. “Düşünmüyorum ki,” dedim hesapsızca.

Yutkunuşuyla beraber çenesi seğirdi. “Düşünme.”

“Hiç düşünmem.”

Bakışları bir an için ıslak boynuma kaydığında hâlâ sahnenin ortasında uzanıyor olduğumu hatırlayarak ürperdim. Doğrularak sırtımı kaldırıp da yerde bağdaş kurduğumda, Hazer Han’ın soluklandığını duydum. Şimdi önüme baktığım için arkamda kalan yüzünü göremiyor olmanın rahatlığı içindeydim. Onun yüzüne bakınca... Bir tuhaf oluyordum işte.

“Beni neden uyandırmadınız?” Hazer Han bu soruyu sorduğunda, aslında içten içe ondan böyle bir soru beklediğimi fark ettim. “Seni izlemem gerekiyordu.”

Devamında asabiyetle kurduğu cümle karşısında iliklerime kadar ürpererek mırıldandım. “Ama siz gece benim başımda beklediğinizi söyleyince ben uyandırmayı istemedim. Uykunuz vardı ki, uyuyordunuz.”

Duraksadı. “Yaa...”

“Hıhı.”

“Baksana bana bir.”

Havluyu telaşla enseme kaydırırken omzumun üzerinden ona döndüm ve bakışlarımız tesadüfen değil, bu sefer isteyerek kesişti. Ona bakınca en güzel masallarda hiç ölüm olmaz, diye düşündüm. “Baktım.”

Gözlerini gözlerimden indirerek yüzümün her tarafında bana ağır bir işkence çektirirmiş gibi yavaşça gezdirirken nefesimi tutuyordum. O öyle bakarken, elimi yüzüme kapatmamayı nasıl başardım bilmiyorum ama yüzümü izlemeyi başladığı yerde, gözlerimde tamamladığında, kusursuz dizilimli kirpikleri kıpırdandı. “Senin, üzerinde çalışabileceğim bir yüzün var.”

Cümle o kadar anlamsız geldi ki şaşıramadım bile. “Efendim?”

“Sadece düşünüyorum.”

Beyaz bir mendil çıkararak bana uzattı. “Terlemişsin ya,” dedi, açıklayarak. “Sırtına koy da üşütme.”

Omuzlarım çöktü. Nasıl? Babamın yaptığı gibi mi? Terlediğimde sırtıma koyduğu bezler gibi mi? Bunu yıllar sonra bambaşka bir adamdan duymak beni alabora etmişti. Yine de, “Olmaz,” demeyi başardım, nezaketimi koruyarak. “Hiç gereği yok, mendilinizi neden harap edeyim?”

Homurdandı. “Korkma, sümüklü değil.”

“Ondan değil.” Asabiyetle homurdandığı cümle bana her nedense komik gelmişti. “Ziyan olmasın diye.”

“İyi!”

Mendilini tekrar cebine koyduğunda, bakışlarımı kaçırarak havluyu ensemden indirdim ve doğrularak ayağa kalktım. O hâlâ orada otururken, dağınık saçlarımı elimin tersiyle sırtıma atarak basamaklara yöneldim. Saçlarım... En son bir lastik vardı, yine mi düşmüştü? Omzumun üzerinden sahneye dönüp baktım. Hazer Han da ellerini ceketinin cebine sokmuş, etrafa bakınıyordu. “Ne oldu?”

“Lastiğim yine kaybolmuş.”

“Bak sen şu işe.”

Çantamda başka lastik olmalıydı ama içi o kadar kalabalıktı ki aramakla uğraşmak istemiyordum. Çantanın üzerine bıraktığım fermuarlı bluzumu alarak giydim ve fermuarını kapattım. Hazer Han kalkmıştı. Ceketini alacağından olsa gerek koltuklara yaklaşıyordu. Fakat arkamda durduğunda ve ben pointlerimi çıkarmak için arkamı döndüğümde yüz yüze gelmemiz kaçınılmaz oldu. Bakışlarımla, geçmem için yol vermesini istediğimde, “Seç birini,” dedi ve iki yumruğunu önüme uzattı.

Yumruklarının tersini çevirmiş, karnımın hizasında tutuyordu.

“Lastiğin bir tanesinin içinde. Bulursun sana veririm.”

Bulduğu lastiğimi doğrudan vermek yerine böyle bir oyuna başvuruyordu. “Solda mı?”

“Birini seçmelisin.”

Kemikli, damarlı sol eline bakıyordum. Dudaklarım kıvrıldı. “Solda bence.”

“Sana göre mi sol bana göre mi sol bilemem.” Omzunu silkti, epey eğleniyordu benimle. “Göstermelisin.”

İyi madem, gösterirdim. İşaret parmağımla sol elini gösterdim. “Bence bunda. Ki öyle olmasa bile lastiğimi vermeniz gerekir, sonuçta o ben...”

Sol avucunu açtığında siyah lastiğimi görünce daha fazla konuşmadan uzanıp lastiği aldım. Küçük bir gülümseme dudaklarımı yoklarken hızla saçlarıma uzandım ve dalgalı saçlarımı topladım. Bu sırada Hazer Han öbür elini yumruk halinde cebine sokmuştu.

Üzerime siyah ceketimi giyerek çantamı sırtıma attığımda Hazer Han da ceketini giyinmiş, kravatını eline sararak benden önce salonun kapısına yürümüştü. Çantanın ağırlığına alışmaya çalışarak ellerimi ceplerime soktum. Onun arkasından salondan çıktım.

Binadan ayrılırken telefonum cebimde titredi. Ben telefonumu açmakla oyalanırken, Hazer Han’ın merdivenleri çoktan indiğini gördüm. Telefonu açtığımda bir şey dememe kalmadan Gazel davrandı ve nefes nefese, “Sa... Safir,” dedi. Sesindeki parçalanmışlığı hissettiğimde olduğum yerde çakılı kaldım. “Ya... Yardımına ihtiyacım var. Elim, elime bir şey oldu. Kanı durmuyor, korkuyorum! Acıyor Safir, kıpırdatamıyorum. Gel de yardım et ne olursun!”

Korku yüreğime çöküverdi ve ben ilk birkaç saniye yağmalandığım endişe yüzünden konuşamadım. “Çok... Çok mu acıyor Gazel?”

Hıçkırıklara boğulmuştu. “Galip bana o kadar kötü davrandı ki... Elime cam girdi, yerimden kalkamıyorum. Lütfen gel de yarama bak, lütfen!”

Titreyen bacaklarla merdivenlere koştum. “Ben hemen geliyorum tamam mı? Sakın kıpırdatıp canını yakma. Gazel, hemen yetişeceğim.”

“Biliyorum.” Burnunu çektiğini, küçük küçük hıçkırdığını duydum. “Üzülme ama. O... o kadar acımıyor.”

Telefonu kapattığım gibi merdivenleri indim. Kaldırımda durarak etrafıma bakındım. Gazel’in evi bir hayli uzaktaydı. Taksiyle de gidemezdim. Üstelik sahafı aramalı, durumu izah etmeliydim. Gazel’in yanına gitmeli, yarasına derman bulmalıydım. Kaldırımda aptal gibi dikilirken, bir kornanın gürültülü şekilde çaldığını duydum. İrkilerek döndüğümde Hazer Han’ın arabasının önünde, endişemi anlamayarak bana baktığını gördüm. Kerem arabada olmalıydı ki kornaya basarak dikkatimi çekmişti.

Hazer Han bana yardım eder miydi?

Cevabı yüreğimden duydum.

Trafiği kontrol etmeden kendimi caddeye attım. Hızlı adımlarla karşıya geçtiğimde kaşlarının çatıldığını gördüm. Mesafeyi eriterek karşısında durduğumda dudaklarının aralanmıştı. Ondan önce davranarak telaşla konuştum. “Beni bir yere götürür müsünüz?”

“Bir daha trafiği kontrol etmeden caddenin karşısında geçme. Sakın Safir!”

Kafamı itaatle salladım. “Tamam.”

“Gidelim.”

Ağlayacak gibi hissederek ve bu hissi savuşturmaya çalışarak burnumu çektiğimde, arabanın kapısını açtı ve ben içeriye girerken, Behram’ın ön koltukta olduğunu gördüm. Bu beni bir an yavaşlattıysa da durmadan koltuğa yerleştim ve Hazer’in kapıyı kapatmasıyla beraber cama yaslandım. Hazer Han arabanın etrafını dolanarak diğer kapıdan girdi ve koltuğa yerleştiğinde, bu üç adamın içinde kafamı kucağımdan kaldıramadım.

“Merhaba Safir.” Behram’ın dingin sesini duyduğumda nefesimi toparlayarak, “Merhaba,” diye karşılık verdim. “Kusura bakmayın... Ben, işinizden mi ettim sizi?”

“Endişeye kapılma lütfen.” Behram, gülümseyen bir suratla açıkladı. “Yalnızca öğle yemeği yiyecektik. Sorun yok, size eşlik ederim.”

İyiliği gözlerimi doldurdu. “Teşekkür ederim.”

“Rica ederim.”

“Eee.” Kerem hevesle konuya dahil oldu. “Nereye gidiyoruz? Bu arada merhaba Safir Hanım, bugün nasılsınız? Yine pek güzelsiniz maşallah. Aman yanlış anlamayın, ablam gibi sevdim ben sizi.”

Hazer Han sabırsızca soludu. “Kerem, sen yirmi altı yaşındasın.”

“İlahi Hazer Bey.” Kerem güldü. “Yok otuz! Allah aşkına Safir Hanım, gösteriyor muyum?”

Endişemin yoğunluğu yüzünden konuşamamıştım. “Kerem, Hazer oturduğu yerden üstüne uçacak,” dedi Behram, çaktırmasa da onların atışmasından eğlendiği belli oluyordu. “Sinirlendirme onu, çok çabuk öfkelenir bilirsin. Gelmese şeytanın oyununa keşke hemen...”

“Ne yapayım, Safir Hanım’ın yanında ağzını hiç bozmuyor.” Ben kaşlarımı çatarak gözlerimi Hazer Han’a çevirirken, Kerem nasıl bir cesaretle bilemem ama devam etti. “Ben de en çok o zaman kendisiyle şakalaşıyorum.”

Behram kafasını eğerek güldü. “Hazer hâlâ arabada Kerem, dikkat et de bugün yalnız kalmayın; sana bilendi herhalde.”

Kerem cevap verecek oldu ki, Hazer Han tısladı. “Susun artık!”

Hem Behram hem de Kerem sessizleştiğinde, gözlerimi hâlâ Hazer Han’ın üzerinde tuttuğumu fark ettim. O ise dikiz aynasına, Kerem’e sert sert bakıyordu. Evet, Kerem, Hazer bu durumu unutana kadar onunla yalnız kalmasa daha iyi olabilirdi. Hazer Han önüne dönmeden hemen önce bakışlarımı kaçırarak cama döndüm ve adresi vererek sessizliğe gömüldüm. Bundan kısa zaman önce bana üç adamla aynı arabanın içinde seyahat edeceğimi söyleseler inanmazdım ama şu an yapıyordum. Fakat gerçekten, hiçbirinin bana zarar verebileceğini bir an bile düşünmüyordum.

Hazer verdiğim tarifin, kapısından kovulduğum o ev olduğunu anladığında bana hızla dönerek neden oraya gittiğimi sormuştu. Ona, Gazel’in elinin kesildiğini söylediğimdeyse cümlelerimize kulak misafiri olan Behram, kız kardeşinin hemşire olduğundan ve hemen yardımımıza geleceğinden söz etmişti. Benim ağzımı açmama kalmadan kardeşini arayıp adresi vermişti. Gazel’in beni çağırdığı yere kalabalık halde gidiyorduk.

Araba yavaşlayarak durduğunda bir an o bahçe kapısına baktım ve etrafa savrulmuş eşyalarımı görür gibi oldum. Bu eve bir daha gelmeyeceğimi söylemiş olmama rağmen şu an buradaysam tek sebebi Gazel’di. Kendimi hızla arabadan dışarıya attım ve koşturarak bahçe kapısından girerken dönüp geridekilere bakmadım. Sokak kapısı ardına kadar açıktı ve bu korkumu pekiştirmişti. Titreyen ellerimi ağzıma kapatarak kapıdan içeriye girdim ve kısa holü yürüdüğümde salonun ortasında Gazel’i gördüm.

Hıçkırıklarla ağlıyordu.

Çantamı sırtımdan fırlattığım gibi onun önünde diz çöktüğümde, irkilerek başını kaldırdı ve ağlamaktan şişmiş, sırılsıklam olan yüzüyle bana döndü. Çok üzgün görünüyordu. “Gazel...”

“Elim...”

Soluğumu tutarak bakışlarımı hafifçe önüne çevirdim ve elinin içine girmiş olan cam kırığını görerek bayılacak gibi oldum. Elinden kan akıyor, üstünde oturduğumuz halıya dökülüyordu. Etrafta cam kırıkları vardı. Orta sehpa tuz buz olmuştu. Bir kez daha Gazel’in eline baktım ve o an içimden keşke bu cam benim elime girseydi diye düşündüm. Senin eline değil, benim elime.

“Şştt.” Onu sakinleştirmek isteyerek güzel yüzünü avuçlarımın içine aldım ve burnum sızım sızım sızlarken gülümsemeye çaba gösterdim. “Korkuyor musun? Korkma. Canın acıyor, biliyorum ama Muazzez geldi, o sana yardım edecektir. Behram onun çok iyi bir hemşire olduğunu söyledi. Nasıl oldu bu canımın içi?”

Burnunu gürültülü şekilde çekerek gözlerini kırpıştırdı. “Be... Behram mı? Muazzez de kim?”

Ben cevap vermek üzereyken bakışları omuz hizamın yukarısına tırmandı ve o an, arkamda kim olduğundan emindim. Hazer Han ve Behram içeriye girmiş olmalıydı. Gazel’in eline bakarsam ağlayacağımı bildiğimden arkaya döndüm ve Hazer Han ile Behram’ın yanında Muazzez’i gördüm. Gelmişti. Umduğumdan da erken vakitte buradaydı. Elinde siyah bir çanta tutuyor ve Gazel’in eline bakıyordu.

“Yardım eder misin?”

“Elbette.” Gazel onlara şaşkınca bakarken, Muazzez yanımıza gelerek benim gibi Gazel’in önünde diz çöktü. “Merhaba.”

Gazel şaşkınlıkla Muazzez’e bakarken, ağlamayı kesmişti. Utanmış olmalıydı. İkimiz de yabancı insanların yanında ağlamaktan çekinirdik. Muazzez trençkotunu çıkararak siyah, düğmeli tuniğiyle kaldığında siyah çantasını açtı. Geniş çaplı bir ilk yardım çantasıydı bu.

Uzun sürenin ardından “Merhaba,” diyerek ona karşılık verdi Gazel, titreyen sesiyle. Muazzez’i baştan aşağıya şaşkınlıkla izledi. “Affedersin... Sen kimsin?”

“Muazzez.” Geniş bir gülümsemeyle dudakları kıvrıldı ve adını söyledikten sonra Gazel’in eline uzandı. “İzin verir misin, camı çıkaralım?”

Korkuyla sordum. “Acırsa?”

“Acımaz.” Hazer Han’ın sesi güven verici, sakindi. “Muazzez’in eli yavaştır.”

O nereden biliyordu ki bunu? Muazzez, Hazer Han’ın dediğiyle beraber daha çok gülümsedi ve yanaklarına renk geldi; kızarmıştı. Yutkunarak Gazel’e döndüm ve hâlâ garip bakışlarla Muazzez’i süzdüğünü gördüm. “Cam çok içeride değil,” dedi Muazzez, Gazel’in elini nazikçe kavrarken. “Gerçekten elim yavaştır. Lütfen gerilme ve elini kasma. Yavaşça çekip hemen pansuman yapacağım.”

Gazel kafasını sallayarak onu onayladıktan sonra bakışlarını benim arkama çevirdi ve göz ucuyla baktığımda Behram’ı incelediğini gördüm. Behram kaşlarını çatmış, Muazzez’in müdahalesini izliyordu. Ben önüme döndüm ama Gazel Behram’a bakmaya devam etti.

“Evet, şimdi pansuman yapacağım.” Muazzez cam parçasını elinin üzerinden çıkarıp bir köşeye bıraktıktan sonra bir yığın pamukla kanı temizledi ve hemen tentürdiyot yardımıyla kesiği mikroptan arındırdı. “Çok acımadı inşallah.”

Gazel irkilerek bakışlarını Behram’dan aldı ve onun yüzüne çevirdi. “Elin hafifmiş gerçekten.”

Muazzez nazik bir gülümsemeyle yanıtladı. Bir sargı bezi çıkararak Gazel’in elinin etrafına sararken, hepimiz bu garip sessizliği sürdürdük. Muazzez hızlı ama yumuşak şekilde Gazel’in sargısını tamamladığında, “Daha iyi misin?” diye sordu Behram. Gazel hızla başını kaldırarak ona baktı. Tebessüm ederken başını sallıyordu.

“İyiyim... Bu arada hoş geldiniz, siz de benim yüzümden sanırım buraya sürüklendiniz. Kusura bakma.”

Behram sakallarını kaşıdı. “İyi ol.”

Gazel gözlerini Behram’dan ayırmıyordu ama Behram’ın bundan rahatsız olabileceğini düşünmeliydi. “Çok şükür kesik derin değildi Gazel, nasıl oldu bu?”

Gazel ıslak gözlerini bana çevirdiğinde Muazzez onun elini bırakarak eşyalarını topladı. Hazer Han ve Behram sessizce bizi izliyordu. Gazel’in gözleri dolu ve kederliydi. Dudakları titredi ve yalnızca, “Galip,” diyebildi. İnsanın yarası neredeyse canı orada olurmuş ya, benim canım şimdi Gazel’deydi. “Tartıştık.”

Eğer bilerek kardeşimin canını yakmaya kastettiyse onu paralardım! Beni de incitmişti ama fiziksel değildi. Gazel’in sağlıklı olan elini alarak gözlerinin içine baktım. O an bir şey dememe gerek kalmadan beni anladı. Işığımızı çaldılar, karanlığımızdan şikâyet edenler.

“Affedersin, Galip kimdi? Eğer o yaptıysa bu durumu polise şikâyet edebilirsin.” Muazzez Gazel için endişe duymuş olmalı ki, samimi bir şekilde devam etti. “Bizler de tanık olur, anlatırız.”

“Abim!” Gazel aniden, elimi sıkarak konuştu. “Galip, a... abim.”

Şaşkınlıkla haykırmamak için dudağımı sertçe ısırdım ve kocaman gözlerle bakakaldım. Neden böyle bir yalan söylüyordu? Gazel adeta gözlerimin içine bakıp sessizce yalvardığında bunu inkâr edemedim ama gerçeği bilen Hazer Han’ın soluduğunu duyduğumda omuzlarım utançla çöktü.

Muazzez Gazel’e daha fazlasını sormadı ama bu sessizliği, “Yaa,” diyerek Hazer Han bozdu. Ses tonunda yalan söylenerek kandırılmış olmanın hissi vardı. Agresifleşmişti.

“Kimsesiz olduğunu sanıyorduk. Yanlış anlama, yetimhanede büyüdüğün için.”

Gazel’in dudakları dehşetle aralanırken, yetim olduğumuzun bu kadar açıkça yüzümüze vurulmasından utanarak Gazel’in eline sıkıca sarıldım. Neyse ki sırtım ona dönüktü ve beni göremezdi. “Böyle rahatsız edici şeyler deme,” diye Hazer Han’ı azarladı Behram. “Demek ki varmış abisi.”

Dönüp onlara bakmak kaçınılmaz olduğunda Gazel ve Muazzez’in de onlara döndüğünü fark ettim. Hazer Han ve Behram yüz yüzeydi ve Hazer sanki ağzını açıp gerçeği söylememek için dudaklarını sertçe birbirine bastırıyordu. Hazer üst dudağını ağzının içine alarak ağzının içinde bir şeyler geveledi ve hemen sonra sırtını çevirerek çıkışa yöneldi. Bu... Gerçekten kötü olmuştu.

“Bazen sinirlenir.” Muazzez kanlı ellerini havaya kaldırdı ve tatlı bir ifadeyle Gazel’e gülümsedi. “Lavabonu kullanabilir miyim?”

Gazel ona banyoyu tarif ettiğinde odada bir tek Behram kalmıştı. Önüme dönerek Gazel’in kıpkırmızı yüzüne baktım ve sebep bulamadığım yalanına, hatasına rağmen ona kıyamadım. Anlayamıyordum. Bu yalan ayağına dolanırsa ne olur, hiç mi düşünmemişti? Ona bakarak başımı iki yana salladığımda yüzüne utanç dolu bir ifade yerleşti. Behram ensesini sıvazlayarak bakışlarını bir an için bize çevirdi ve hemen aşağıya düşürdü. “Şey, acıyor mu?”

Gazel hevesle, Behram’ın ona bakmadığı kadar Behram’a bakarak cevap verdi. “İyiyim, acımıyor.”

“Acımasın.”

İkisi de bakışlarını kaçırarak etrafa baktığında, Gazel’e bu yalanı söyleten ihtimal ilk kez o an aklımı yokladı. Gerçekten mi? Yalanı bu yüzden mi söylemişti? Onun elini sıktığımda gözleri tekrar bana döndü ve mavi bakışları, ok gibi saplanıp yüreğimin üzerinde durdu.

“Muazzez kim?” diye bana yönelerek sordu fısıltıyla. “Behram’ın karısı mı?”

“Kız kardeşi.”

Derin bir nefes vererek omuzlarını serbest bıraktıktan sonra, “Zaten karısı olsa, Hazer Han’a öyle bakmazdı,” diyerek devam etti, yine kısık bir sesle. “Pek bir kızardı Hazer Han onu övünce, üstelik elimi tuttuğu için hissettim; heyecanlandı da. Sanırım abisinin dostuna gönlü düşmüş.”

Abisinin dostuna gönlü düşmüş.

Gönül birine nasıl düşerdi? Benim gönlüm hiç kimseye düşmemişti. Ben Muazzez’e baktığımda böyle bir şey hiç görmemiştim ama Gazel’in ilişkiler konusunda benden daha çok tecrübesi vardı. Muazzez gerçekten Hazer Han’a karşı bir şeyler hissediyor olabilirdi… Yanağımın içini sertçe ısırarak Gazel’in yaralı eline keder dolu bir bakış attım. O da uzaktan uzağa Behram’a baktı.

Ona bakma diyemedim. Bakmaman lazım, diyemedim. Sadece sustum.

 

“Babacığım, söyler misin canavarlar mı daha kötüdür ejderhalar mı?”

Babam susuyor, saçlarımı okşuyor, derin bir iç çekiyor. “İnsanlar,” diyor. “İnsanlar Yakut’um. Ne ejderhalar ne canavarlar... Sadece insanlar.”

Rüzgâr aracın sertçe çarparak uğulduyor, hafifçe ürkmeme sebep oluyordu. Dışarıyı izleyerek gideceğim yere varmayı bekliyordum. Akşam olmuş, şehir iyiden iyiye ıssızlaşmıştı. Behram ile Muazzez’i az önce caddede indirmiş, yola beraber devam ediyorduk. Çıkmadan evvel Gazel’in evini temizlemiş, onun için bir şeyler hazırlamış, öyle ayrılmıştık. Onu Galip ile yalnız bırakmayı istemiyordum ama onu yanımda, nereye götürebilirdim ki?

Benim bile gidecek bir yerim yokken...

Aslında onun yanında kalmayı isterdim, zaten Gazel de bunun için ısrar etmişti fakat o evde bir daha kalamazdım. Galip’le bir daha karşılaşıp rencide edilip aşağılanamazdım. Üstelik Hazer Han o evi o kadar sevmiyordu ki, bir ara kötü kötü kapıya baktığını görmüştüm. Gazel’le en kısa zamanda görüşmeli, olanları anlatmasını istemeliydim. Galip onu incitiyorsa onunla kalmak zorunda değildi.

“Kerem, arabayı sağa çek, ben devam edeceğim.”

Tavan lambasının aydınlattığı araçta Hazer Han’ın siluetini camın üzerinde görebiliyordum. Eliyle çenesini sıvazlıyor, doğrudan ön koltuğa bakıyordu. Kerem onun sesindeki ciddiyeti idrak ederek herhangi bir şey demeden arabayı yavaşlattı ve kenara çekerek durdurdu.

“Yer mi değiştiriyoruz Hazer Bey? Siz şoför koltuğuna geçtiğinizde ben de Safir Hanım’ın yanına mı geçeceğim? Yorulmuştum zaten direksiyon salla...”

“Sen buradan ayrılıp yoluna tek devam ediyorsun.” Hazer Han arabanın kapısını açtı ve bir ayağını dışarıya çıkardı. “Arabayı ben sürerim.”

Hazer Han tamamen dışarı çıktığında, Kerem omuzlarını silkerek güldü. “Ha, siz... İlahi Hazer Bey, tamam tamam. Baş başa kalın tabii canım.”

Hazer Han ona nasıl baktı göremedim ama Kerem hızla arabadan inmiş, şoför koltuğunu boş bırakmıştı. Hazer Han sakince koltuğa yerleştiğinde, Kerem patronunun kapısını örttü. Bu açıdan baktığımda sadece göğsünü görüyor, yüzünü göremiyordum. Hazer Han ona cins cins baktıktan sonra yoldan çekilmesini istedi. Kerem yoldan çekildiğinde, ellerini direksiyona yerleştirerek arabanın hâkimiyetini kazandı. Neden böyle yapmıştı, anlamamıştım.

“Ön koltuğa geçebilirsin. Yani, geçmek ister misin?”

Parmaklarımla dizlerimi sıkarak onun koltuktan taşan omzuna bakakaldım. Saçlarımı nedeni bilinmez bir heyecan ve telaşla kulaklarımın arkasına doğru ittirdim.

“Hiçbir arabanın ön koltuğunda seyahat etmedim.”

Beklemediği bir cevap vermiş olmalıyım ki direksiyona dizili duran parmakları bir an duraksadı. “Nasıl? Hiç mi?”

Bindiğim tek özel araç Hazer Han’ınkiydi.

“Hiiiç,” dedim farkında olmaksızın uzatarak . İkimiz de oldukça alçak bir sesle konuşuyorduk. “Yani şey, Gazel’in arabasından başka bir arabada seyahat etmedim. Rahat edemem tanımadığım insanların arabasında.”

“Beni tanımıyor musun?”

“Tanımıyorum,” diye yanıtladım, içimden geldiği gibi.

“Belki biraz tanıyorsundur,” dedi, benim kadar kısık bir sesle. Direksiyondaki parmakları sıkılaştığında, ellerimin içindeki teri dizlerime sildim. “Evimi bile biliyorsun. Ailemden başkası evimi bilmez.”

Beni ayrıcalıklı kılan neydi peki?

Ev bilmeyen bir kıza, evini niye göstermişti ki o zaman?

“Behram ve Muazzez de biliyor,” deyiverdim.

“Onlar başka.” Direksiyonu sağa kırdı ve araba köhne bir sokağa girerek karanlığın içinde daldı. “Yani, onlar arkadaşım, bilmelerinin bir sakıncası yok.”

“Belki benim bilmemin bir sakıncası vardır.” Üst dudağımı dişleyerek bakışlarımı dikiz aynasına kaldırdım ve onun gözleriyle karşılaştım. “Belki evinize girer, odanızdaki dolapta bulunan kasadan paranızı çalabilirim.” Ellerimi iki yana açarak hafifçe gülümsedim. “Malum, şifresini de biliyorum.”

Gözlerinde bir meydan okuma belirdi ve bu benim nefesimi kesti. “Yatak odama girersin yani?”

“Ka... kasa için.”

Sol dudağının kenarı hafifçe kıvrıldı ve gözüm o kıvrıma ilişti. “Küçük hırsız,” dedi gözlerini benden çekmeden. Gölgelerin arasında kalmış bu gözlerde, bu zamana ait olmayan bir şeyler vardı. “Kandırma beni. Senin ne elin gider günaha ne de dilin.”

“Babam beni böyle yetiştirdi.” Bir an nedendir bilinmez, bunu fısıldamıştım. “Benden yalnızca kalbimi temiz tutmamı istedi. Ben de öyle yapıyorum, yani umarım yapabiliyorumdur.”

“Babanı da tanıyorsun?”

Cevap vermedim. Evet, genelde yetimhanede yetişen insanlar öz ailelerini tanımazdı; Gazel gibi. Fakat ben tanıyordum, babamın ölümü ve annemin aklını kaybetmesi sonucu, beş yaşında oraya götürülmüştüm. O sabahı hatırlıyorum da... Ne beter ne kahır dolu bir sabahmış. Annemin sabah vaktinde eve dönüşü, babamı ipin ucunda görerek ağız dolusu çığlıklar atışı, ambulansın, polisin gelişi... Bir zaman sonra elimden tutularak o yetimhaneye götürülüşüm...

Babacığım, ağlayacağım galiba. Lütfen kapa gözlerini, görme beni.

Bir ağlasam hiç duramazdım, biliyordum. Çığlık atsam susamazdım, bunu da biliyordum. O yüzden her zaman ıstırabımı bastırırdım. Ellerimi dizlerimin arasına sıkıştırdım ve camdan dışarıyı izledim. Arabayı nereye sürüyordu? Bana bu sefer evin nerede diye sormamış, seni nereye bırakayım dememişti. O halde bu araba nereye gidiyordu?

Araba bir müddet sakince yol aldıktan sonra motor yavaşlamaya başladı. O an kafamı etrafta çevirmeyi akıl edebildim. Sokağın sonundan sahile inmiştik ve baktığımda çarşaf gibi serilen denizi görebiliyordum. Arabanın burnu sahile, denize bakıyordu ve dalgaların yükseliş hızıyla beraber suların etrafa sıçradığını görüyordum. Issız, karanlık bir bahar akşamıydı.

“Neden buradayız Hazer Bey?”

Parmaklarını usulca direksiyondan ayırdı ve motor sustu. “Ben o kadar soğuk birisi miyim?”

“Affedersiniz, neden?”

Kıpırdandı. “Hep mesafeli hitap ediyorsun da o yüzden sordum.”

“Nasıl yani?”

“Her neyse.” Bir çırpıda boynundaki kravatı çekip çıkardı ve yanındaki koltuğa atarak gömleğinin ilk birkaç düğmesini açtı. Ellerini tekrar direksiyona sararak başını arkaya attı ve gürültülü şekilde yutkundu. “Öne gelmek ister misin?”

Fısıldadım. “Neden?”

“Yıldızlar buradan daha güzel görünüyor.”

Yıldızlar... Evet, birçok insan gibi ben de yıldızları, ayı, güneşi, aydınlığı çok sever ve bu güzellikleri yakından izlemeye bayılırdım. Buradan gökyüzü, ön koltuktan olduğu kadar bariz görünmüyordu. Oraya geçtiğimde daha net görebilirdim tabii.

“Neden burada benimle oturup yıldızları izleyeceksiniz ki?”

“Sadece... Şu an burada oturup bunu yapasım var.”

Bütün gün yorulmamış mıydı? Neden evine gidip dinlenmiyordu? Ellerimi dizlerimin arasından çözerek kalçamın üstünde ileriye kaykıldım ve yanağımı, önümdeki koltuğun sırtına yaslayarak kirpiklerimin arasından ona baktım. Gerçekten yorgun görünüyordu.

“O zaman ben gideyim,” dedim rahatsız olmaması için kısık sesle konuşarak. “Siz kalın, izle...”

“Nereye gideceksin?”

Gözlerini aniden açarak omzunun üzerinden bana döndü. Koltuğa doğru yaklaştığımı bilmediği için beni bu kadar yakından görmeye hazırlıksız yakalandı ve aralık dudaklarla kalakaldı. Yüzlerimiz yakın bir mesafede, birbirine hizalı halde duruyordu. Soluğunu tuttu ve gece karanlığında gözleri cayır cayır yandı.

“Söylesene, nereye gideceksin?”

“Bilmek zorunda değilsiniz.”

Başkaldırışım onu duraksattı. “Zorunda olmadıklarımla hissettiklerim örtüşmüyorsa?”

“Hı?”

“Şapşal şapşal bakınca çizgi film karakterlerine benziyorsun.”

“Böyle baktığımda mı?”

Boğazından garip bir ses fırladı. Bu bir gülme sesiydi ve o gülünce ben de hafifçe tebessüm ettim. Yanaklarım kızardı. Hazer Han gözlerini tekrar yumduğunda, dudağının ucunda sallantılı bir tebessüm belirdi. Belli belirsiz, bir bakışla kaybolacakmış gibi.

“Neden komik bulduğunuz şeylere gülümsemiyorsunuz?”

Dudakları tek bir çizgi halinde gerildiğinde, kaşlarımı hafifçe çatarak yanağımı koltuğun sırtından kaldırdım.

“Sen hiç gülümsediğinde birine ihanet ediyormuş gibi hissettin mi?”

İç çektim, böyle hissetmesi ne de acıydı. “Bazen.”

“Çok beter bir duygu. Sen hissetme.”

“Hissedersem ne olur?”

“Şöyle şuradan...” Parmaklarını boğazının üstüne, âdemelmasının az altına yasladı. Karanlık el verdiğince onu görüyordum. “... aşağıya doğru nefes çekiyoruz ya hani... Sen ne kadar çekersen çek sana yetmezmiş gibi geliyor. Hep soluk soluğa yaşıyorsun, hep.”

Yüzü ve vücudu gölgelerin arasından kalmış bir adamdan, karamsar bir hikâye dinliyormuş gibi hissettim. Ne olmuştu da böyle kederliydi? Fısıldadım.

“Neden böyle şeyler diyorsunuz?”

Omzunu silkti. “Böyle şeyler hissettiğim için.”

“Hazer Bey?”

Ay bulutların önüne oturarak gümüşi rengiyle arabanın içini doldurdu. “Hımm?”

“Ben gideyim mi?”

“Gitmen mi gerek?”

“Lazım değil ama...” Kalbimin üstünde bir jilet dönüyor gibi hissediyordum. “Gideyim.”

“Gitme.”

Gözlerini açtı. Beni karanlığa diz çöktüren gözleriyle karşı karşıya getirdiğinde, çıplak ellerle ateşi tutuyormuş gibi hissederek baştan aşağıya ürperdim. Yüzünün sol profili aydınlıkta, sağ profili karanlıkta kalmıştı. Ateşin yakınından bile geçmiyorken nasıl ateşi tuttuğumu hissedebilirdim ki?

“Safir Mila, ben o kızla görüşmedim.”

Müjgan’dan mı söz ediyordu? Kalbim bir an kasıldı. O geceden sonra bir daha ona Müjgan’la görüştüğünü soracak yüzü bulamamış ama merak etmiştim.

“Bir kez daha sizi onu izlemeye ikna edeceğinden bahsetmişti. Gerçekten görüşmediniz mi?”

“Sekreterimden randevu almış olmalı.” Gözünü kırpmadan bana bakıyordu. “Hanımefendiyi tanımıyorum bile.”

O kadar rahatlamıştım ki sevinçle çığlık atmamın taşkınlık olmayacağını bilsem yapabilirdim. “Sekreteriniz randevularınızı sizden habersiz mi alıyor?”

Kafasını sol omzuna düşürdü. “Normalde böyle şeyler yapmaz. Sanırım onu azarlamalıyım.”

“Hayır,” dedim onaylamayan bakışlarla kafamı iki yana sallarken. “Kırmayın kalbini.”

“Fakat o da dolaylı yoldan senin kalbini kırmış olmadı mı?”

Hayır, bunun ne önemi vardı ki? Birinin kalbini kırıp kırmamak elimdeyse ben her defasında kırmamanın bir yolunu bulurdum. “Mühim değil,” dedim, dilimin ucuyla ateşi yokluyormuş gibi hissederken. “Ben öç almam.”

“Ben alırım.”

“Bu, bu noktada bizi ayırır.”

Koyu, muntazam kaşları sertçe yukarıya doğru kalktı ve vücudunun üst kısmıyla olduğum yere doğru yüklendi. Arabanın içini iri vücuduyla küçültmüştü. Hız ve panikle sırtımı geriye yaslayarak adeta koltukta ufalırken, kalbim dilimin ucuna fırladı. Sırtımdan içeri giren eli, kalbime giden yoldan geçiyordu sanki.

“Safir Mila, ben nokta falan tanımam.”

Hiçbir şey diyemeden sessizce ona baktığımda yakınlığından ürktüğümü fark etmiş olmalı ki geriledi. İfadesindeki muazzam boşluk kırıldı. Ellerimle koltuğu sıkarken, Hazer Han üst üste birkaç kez yutkunarak hızla arabanın camını indirdi. Gözlerini yumarak temiz havayı soludu.

Ağzımı açmadan başımı cama yasladım. Hazer Han’ın tekrar arabayı sürmeye niyeti yok gibiydi. Madem öyle, ben de yıldızları izlerdim. Alt dudağımı ısırdım ve ayaklarımın ucuna koyduğum çantama uzandım. Ön gözünü açarak içini karıştırdım ve ışığın imkân verdiği kadarıyla kitabımı bulabildim.

Birinci kitabı bitirmiş, ikincisini yarılamıştım.

Dizlerimi yukarı çekerek kitabı dizlerimin üstüne koydum. Kaldığım yeri açarak okumaya devam ettim. Neyse ki tepemde yanan arabanın ışığı, kitabı okumama yardımcı edecek kadar güçlüydü. Parmaklarım kitabı etrafından kavrarken, bakışlarım sayfaya düştü ve böylelikle hikâyeyi kaldığım yerden okumaya devam ettim. Hazer Han’ın bu gayretim esnasında bana doğru döndüğünü fark etmiştim elbette. Onun kitabı muhtemelen yanında yoktu, o yüzden ben okurken o zaman kaybetmiş olacaktı. Kazanabilir, bir sonraki dileği ben dileyebilirdim. Heyecanla sayfanın yarısına inip de hikâyenin akışına dahil olmaya çalıştığımda, son bir kez de olsa dönüp Hazer Han’a bakma ihtiyacı hissettim. Bir kitabıma bir bana bakarak alt dudağını ısırdı.

“Tersten okumazsın inşallah.”

“Hıh!”

Kitabı utançla yüzüme örttüğümde, onun gülmemek için uğraştığını düşündüm ama elimde bunu kanıtlayamazdım. O kitabı yüzümün hizasından indirmeden, ay ışığının altında okudum ve o gece, bir daha onun yüzüne bakmadım. Hazer Han dönüp bana baktı mı hiç bilmiyordum ama başım yorgunlukla cama düştüğünde ve gözlerim rehavetle örtüldüğünde, uyumama ramak kaldığını biliyorum.

Uyku bir girdap gibi beni içine çekmeden önce hissettiğim son şey omuzlarımı ağırlaştıran bir sıcaklıktı.

BÖLÜM SONU.